Fizik kanunlarına göre evrende var olan hiçbir enerji kaybolmaz, sadece birbirine dönüşür. İnsanoğlunun merakı, sorduğu sorular ve bulduğu cevaplar da aslında fizik kanunlarının işaret ettiği enerji gibi asla kaybolmuyor, sürekli birbirine dönüşüyor.

Öğrenme nedir, insan nasıl öğrenir, beyin nasıl çalışır, ne hatırlarız, neden o kadarını hatırlarız, aslında var mıyız ve nereye gidiyoruz?

Bireyin aktif ve öğrendiklerinin bilincinde olması nedeniyle aslında tüm kuramların, gerçeğe ulaşmak isteyen düşünürlerin yönelttiği soruların cevapları ile oluştuğunu görüyoruz. Bu noktada felsefede “gerçek” bilgi iken, psikolojide “gerçek” kavramı bilginin nasıl yapılandığı, bireyi nasıl etkilediği üzerinden karşılık buluyor.

Türkçeye “Yapılandırmacılık” olarak çevrilen “Constructivism”in kökleri Latinceye dayansa da bu kavram aslında “inşa etmek” anlamını taşıyor. Kuram olarak tanımı ise bireylerin yeni öğrendiği bilgileri ve anlayışları hâlihazırda bildikleriyle bütünleştirerek yeni anlayışlar ve bilgiler inşa etmesi olarak açıklanıyor. Yapılandırmacılıkta bilgi, hiçbir zaman kişiden bağımsız değil, bireysel olarak oluşturulduğu için de insanların içinde bulunuyor. Bu yönüyle baktığımızda bireysellik ve kişiye görelik, bilgiyi yapılandırmanın temelinde yer alıyor.

Sofist düşünür Protagoras (MÖ 481-420) bütün bilgilerin duyulardan geldiğini, duyuların ise insana göre değiştiğini söylüyor. Bir diğer deyişle bilgi, insandaki her şeyin ölçüsü…. “İnsana görecelik” kavramının temelini atan bu düşünceyi, “Yapılandırmacılık” ile Sofist düşünce arasındaki ilk bağ olarak düşünebilirsiniz. Bilginin öznel oluşu, insanı mevcut potansiyelinin en üst noktasına çıkarabilme gücü, teorik bilginin yaşamla ilişkilendirilebilmesi “Yapılandırmacılık”ta olduğu gibi Sofistler için de temel ilkeler arasında yer alıyor.

Tarihe baktığımızda Sokrates’in de karşılıklı soru-cevap diyaloglarıyla insan ruhunda bulunan bilgilerin açığa çıkabileceğini savunduğunu görürüz. Hatta onun bu tekniği “Buluş Yoluyla Öğrenme”nin tarih sahnesine ilk çıkışı olarak kabul edilir. Bu teknikte öğrenen ile öğrenci karşılıklı konuşur, tartışır. Öğrenen kişinin çok iyi bildiği düşünülen bir konu gündeme alınırak konuyla ilgili sorular sorulur. Bu sorular aracılığyla öğrenenin yanlış veya tutarsız bilgilere sahip olduğu üzerine düşünmesi sağlanır ve sonrasında “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” temel düşüncesine ulaşması hedeflenir. Sonrasında doğru ipuçlarıyla doğru bilgi, öğretmen yardımıyla diyalogda bulunulan kişiye buldurulur. Burada da öğrenenin aslında bilgiyi kendisinin yapılandırması hedeflenmektedir.

Benzer bir yaklaşıma Aristoteles’te de rastlamak mümkündür. Ona göre, insan doğuştan bilgili olarak dünyaya gelmez ama duyusal olarak bilgileri edinir, işler ve tümel olarak kavramsallaştırır. Aristoteles’in bu epistemolojik yaklaşımı Locke’un zihnin doğuştan boş bir levha şeklinde olduğu (Tabula Rasa), bilgilerin ancak bireylerin deneyimleriyle elde edildiği görüşüyle de desteklenmiştir. Locke’un bu varsayımı üzerine kurduğu yapıda öğrenen yani birey sosyal çevresinden beslenir ve etkilenir. Bu da sosyal yapılandırmacılık kavramı ile ilişkilendirilmektedir.

Yine Vico’nun “Bir şeyi bilen, onu açıklayabilendir” sözü de aslında öğrenenin zihinsel süreçlerinin ve kendisinin öğrenmede aktif olduğunu bize söyler. Yapılandırmacılığın “aktif öğrenen, pratiğe dönüşebilen bilgi” anlayışı da Vico’nun bir yansıması olarak düşünülebilir. Rousseau da çocuklarda merak duygusunun ve bilme isteğinin geliştirilmesinin önemli olduğu savunmuş, ezber bilgi yerine çocuğun yaşamın farklı aşamalarında hayatını sürdürebilmesine imkân sağlayacak bilgi beceri kazanımına ihtiyaç olduğunu söylemiştir.

Rousseau’nun değindiği bir diğer önemli kavram ise bireyin bu sürece istekli olması, bir başka deyişle içsel motivasyondur. Bilişsel yapılandırmacılıkta da içsel motivasyon önemliyken, sosyal yapılandırmacılık hem içsel hem dışsal motivasyonu öğrenme sürecinde öne çıkarmaktadır. Bu yönüyle Rousseau’nun yapılandırmacılığı farklı boyutlarda etkilediğini söyleyebiliriz.

“Yapılandırmacılık” ilerleyen süreçte Piaget ve Vygotsky’nin insanın kültürel, biyolojik, dilsel ve toplumsal gelişim ilkeleriyle, Ausubel, Dewey ve Bruner’in öğrenme ve eğitim konusundaki görüşleriyle şekillenmiştir. Ancak bu şekillenme hiçbir zaman son hâlini alamamıştır.

Tarih boyunca sürekli değişen soru ve formlardan etkilenerek bugünkü yapısına erişen “yapılandırmacılık”, oluştuğu, etkilendiği felsefe gereği sürekli kendisini de değiştirmeye ve yeniden kurmaya, insan var oldukça da dönüşmeye devam edecektir. Bu nedenle de bir öğrenme kuramı olmanın ötesinde, felsefi bir düşünme şekli olarak hep karşımıza çıkacaktır.

Tıpkı bir dönüşüm gibi sakin ve zaman alıcı olsa da “yapılandırmacılık” yaklaşımının etkisi eğitim-öğretim ve öğrenme süreçlerinde de net bir şekilde görülmektedir. Çağdaş eğitim anlayışının biçimlenmesinde etkili olan “yapılandırmacılık” anlayışı, öğretmenin ve öğrencinin sınıf içindeki rollerinin farklılaşmasına neden olmuş, öğrenciyi “bilgi alan” konumundan çıkararak öğrenen ve “bilgiyi yapılandıran”a dönüştürmüştür. Ölçme ve değerlendirmede sonuç odaklı değerlendirmelerin ağırlığı gitgide azalmış, süreç odaklı, gerçek yaşam durumlarıyla ilişkili ve bireysel gelişimi odağa alan otantik değerlendirmeler ön plana çıkmıştır.

“Yapılandırmacılık”, zihnin aktif ve sorgulayıcı bilginin de merak duygusuyla sarılı olduğu durumlarda öğrenmenin üst düzeyde gerçekleşeceğinden bahseder. Hatta öyle ki bazı zihinlerde bu sorular çok uzun süreler kalır, tıpkı ünlü Türk matematik kuramcısı Cahit Arf’in son söyleşilerinden birinde dile getirdiği gibi: “Ortaokulda kafama takılan bir soru var. Onunla uğraşıyorum. Epeyce ilerledim ama henüz çözemedim, çözeceğim galiba.”

Peki, bizim çocuklarımızın aklında bu sorular nasıl kalacak? İlerleyen yazılarda hep birlikte keşfedeceğiz!

Deniz Baysura
Fide Okulları Akademik Müdür Yardımcısı